Simon Kuper’in kitabının Türkçe çevirisinde kullanılan başlığı biraz çarpıtarak çalalım: “Spor artık sadece spor değildir”. Aslına bakarsak spor zaten tarihin hiçbir döneminde sadece spor olarak kalmadı. Tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri spor uluslararası ilişkilerin, iç politikanın, barışın, dostluğun ve insan yetiştirmenin ana unsurlarından birisi oldu. Onu bugünlerde farklılaştıran şey her geçen an etki alanını biraz daha fazla genişletmesi. Bu genişlemenin sonunda, dünyanın hemen her tarafında spor, ekonominin, iç politikanın, uluslar arası ilişkilerin, iktidar ilişkilerinin, toplumsal yapının ve insan yetiştirmenin en temel dinamiklerinden birisi haline geldi. Hem iç politikada bir karşılığı var. Hem de uluslararası ilişkilerde artık bir yumuşak güç (soft power) pozisyonunda spor.
Artık dünyanın hiçbir ülkesi ve lideri sporun bu olağanüstü etkisini inkar etmiyor, küçümsemiyor ve hatta desteğini almaktan vazgeçemiyor. Sporculuk, spor dünyasında yöneticilik yapmak siyasal ve yönetsel kariyerin önemli kalemlerinden birisi haline geldi. Aynı şekilde iş dünyasında spor yöneticiliği yapmak, spor kulübü satın almak ya da kurmak, sporcu bir geçmişe sahip olmak CV’lerin ortak unsuru oldu. Nasıl olmasın ki, bugün İngiltere Premier Ligi’ni yöneten şirketin cirosu 1 milyar Euro. Her pazartesi vazgeçilmez eleştirilerimizin odağı olan Türkiye Spor Toto Süper Ligi’nin marka değeri de yarım milyar Euro’ya yakın. Daha genel bir ifadeyle Türkiye’de sadece futbolun ekonomik karşılığı yani futbol ekonomisinin reel değeri için 5 milyar dolar civarında rakamlar telaffuz ediliyor.
Olimpiyatların yumuşak gücü
Futbol daha doğrusu genel olarak spor salt ekonomik bir belirleyici değil. Dünya üzerindeki ülkelere bakışımızı da önemli oranda Süper Lig’de oynayan yabancılar belirliyor. Devletler ve toplumlar arası ikili ilişkilere sportif taraftarlıklar geliştiriyoruz. Dünya kupası maçlarında Mısır, Tunus, Cezayir taraftarlığımız; ya da ikili ilişkilerin gergin olduğu dönemlerde mesela sportif olarak Fransa karşıtlığımız gibi. Bu sempati halkası olma işlevine kulüp bazında örnek vermek de mümkün. Mesela Türkiye’de futbol severlerin önemli bir kısmı La Liga’da saf değiştirdi, daha önce Rüştü’yü transfer edip kısa bir süre kadrosunda tutan Barcelona taraftarlığından Mesut, Hamit ve Nuri’yi transfer eden Real Madrid taraftarlığına geçti. Aynı tablo adı geçen spor kulüpleri için de geçerli. Yıllarca hiçbir Türk oyuncuyu kadrosuna katmayan Real Madrid’in durduk yere üç Türk futbolcuyu kadrosuna dahil etmesi sadece bu oyuncuların performansları ile açıklanamaz. Türkiye’nin uluslararası camiada elde ettiği itibar, ekonomik göstergelerin sürekli pozitif seyretmesi ve Türkiye’nin başta yatırımcılar için olmak üzere her geçen gün cazibesini artırması süreci domine eden önemli gelişmeler arasındadır. Bu sadece Türkiye için geçerli değil tabi. Başta Manchester United ve Barcelona olmak üzere birçok üst düzey kulübün Çin sevdası da bu kapsamda değerlendirilmeli.
Aynı şey siyasetçiler için de geçerli. Yabancı ülkelerle ilişkilerin önemli gündem maddelerinden birisi artık sportif işbirliği. Başbakan Erdoğan’ın başta Alex olmak üzere Türkiye’de top koşturan yabancı oyunculara yönelik ilgisi, İspanya’da Emre ve Arda ile buluşması hep sporun bu soft power niteliğinin göstergeleridir.
Aynı şekilde Türkiye’nin son yıllarda üst düzey sportif organizasyonların birinci adresi olmasının nedeni de o sporların ülkemizde yaygın bir biçimde yapılıyor olması ya da o sporlarda çok başarılı derecelere sahip olmamızdan değil tabi ki. Ülkemizde düzenlenen ama sıfır madalya ile tamamladığımız organizasyonlar bunun göstergesi. Türkiye’nin bu anlamda cazibe merkezi olmasının nedeni siyasetçilerin sporun uluslararası alandaki soft power pozisyonunu fark etmeleri ve dış politikada ortaya konan başarılı ve her geçen gün itibar devşiren politikanın bir sonucu.
Toplumsal alanın her cephesinde olduğu gibi dış politikada ve ekonomide araçların değiştiği bir yüzyıla girdik. Dış politikada soft power kavramı artık en etkin dış politika araçlarından birisi olarak tanımlanıyor. Kabaca devletlerin kendi politikalarını ya da çekim güçlerini zor kullanarak değil de bir nevi farklı araçlar kullanarak sempati halkaları oluşturarak sunmaları durumu.
Şu artık çok net, sempati halkası oluşturmanın bugün en güzel araçlarından birisi spor. Spor artık sadece sportif etkinlik olarak değil siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda dış politikada ciddi bir araç pozisyonunda. Bu yönüyle sportif organizasyonlar soft power kavramının en müşahhas örneklerinden birisi.
Türkiye özellikle son yıllarda sporun bu misyonunu fark etmiş durumda. Artık bu tür etkinliklerin organizasyonu çok daha kapsamlı bir ciddiyete haiz olarak tasarlanıyor.
Sözü getirmek istediği yer yaz oyunları ya da yaygın adıyla olimpiyatlar. Hani dört yılda bir neredeyse her iki kişiden birinin televizyon ekranlarından hayranlıkla izlediği ve bilmem kaç ülke tarafından canlı yayınlanacağı günler öncesinden duyurulan, dünyanın en kapsamlı spor organizasyonundan bahsediyorum. Türkiye bugün sahip olduğu ekonomik yapı, istikrarlı siyasal ortam ve sportif tesisleşme kapsamında attığı büyük adımlar sayesinde artık 2020 oyunlarına ev sahipliği yapmaya en yakın aday konumunda. İstanbul bu süreçte Madrid ve Tokyo ile kıyasıya bir rekabetin içinde.
Birbiriyle örtüşen birbirini tamamlayan iki farklı süreç söz konusu. Temel parametresi bölgesinde sorunsuz bir ortam oluşturmak (komşularıyla sıfır sorun) ve barışı tesis edip güvence altına almak olan Türk dış politikası ile olimpiyat ruhu ya da olimpizm. Bu ruhun temel değerleri; sportif etkinliklerde kişinin “elinden gelenin en iyisini yapması” anlamına karşılık gelmek üzere kullanılan “mükemmeliyet”; insanları başta politika, ekonomi, cinsiyet, ırk ve din olmak üzere her alandaki farklılıkları hoş görerek ilişki kurma anlamında “dostluk”; sporcunun kendi bedenine, rakiplerine, diğerlerine, kurallara ve çevreye saygı anlamında “fair play” biçiminde ifade ediliyor. Açıkçası Türk dış politikasının temel değerleri ile birebir örtüşen tanımlamalar bunlar.
Bir diğer husus Türkiye’nin lokomotiflerinden olduğu medeniyetler ittifakı projesi ile olimpik değerler arasındaki uyum. Malum bu proje 1990’lı yılların başında Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezine en ciddi karşı çıkışlardan birisi. Hatırlanacağı üzere Huntington, ‘medeniyetler çatışması’ kavramı ile önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağının ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı medeniyetler arasında gerçekleşeceğinin altını çizmişti. Huntington 1920’li yıllarda dünyanın “Batı tarafından yönetilenler ve Batıdan bağımsız olanlar” biçiminde ikiye ayrıldığını; Soğuk Savaş döneminde politik ve ekonomik odaklı bir bölünmenin söz konusu olduğunu; şimdilerde ise bölünmenin medeniyetler üzerine kurgulandığından bahseder. Her durumda dünyayı iki kutba ayıran bu yaklaşımın karşısında ‘Medeniyetler İttifakı’ tezi ise yeni dünya medeniyetinin bütün farklılıkların zenginlik olarak algılandığı ve bütün medeniyetlerin yeni dönemde ittifak halinde evrensel değerlerin hayata geçirilmesine katkı vereceğine dikkat çeker. Dünyanın en eski spor organizasyonu olan ve tarihin her devrinde çağın temel değerleri açısından önem atfedilmiş bir organizasyon konumundaki olimpiyat oyunları ile olimpik ruh bu anlamda medeniyetleri çatıştıran tezlere de ciddi bir karşı çıkıştır.
Müsabaka ve diplomasi
Geçtiğimiz yıl Londra’da organize edilen olimpiyat oyunları bu sürece ne kadar uyumlu bir tablo çizdi tartışılır. Ama tartışılmayacak bazı rakamlar var mesela. 205 ülkeden 10.500 sporcu ve toplam 6.000 civarında görevli, gönüllü ve diğer personelle birlikte yaklaşık 200.000 kişilik bir işgücü, aynı anda 4 milyar kişiyi ekran başına oturtabilen bir yayın ağı, Londra 2012’nin bazı verileri. Toplam 21.000 fotoğrafçı ve gazetecinin ağırlandığı Londra’daki Ulusal Yayın Merkezi’nin verilerine göre oyunlar sürecinde toplam 5.600 saat yayın yapılmış. Ve son bir rakam sadece 44 yurtiçi sponsordan toplanan 1.1 milyar ABD doları. Ekonomik verilere gelince İngiltere Başbakanının “olimpiyatlara ev sahipliği yapmanın ülke ekonomisine önümüzdeki dört yılda yapacağı katkı 3 milyar sterlin” sözünü hatırlatmak yeterli sanırım.
Türk spor tarihi için olduğu kadar diplomasi tarihi için de bir dönüm noktasının eşiğindeyiz. Ekonomik göstergeler, tanıtım ve PR çalışmaları vs. boyutu bir yana olimpiyatlara ev sahipliği yapma hakkı kazanılmasının sportif alt yapı açısından ciddi kazanımlar doğuracağı aşikar. Fakat ihmal edilmemesi gereken bir nokta da, bu yarışma sürecinin Türk dış politikası açısından da son derece önemli olduğudur.
Sanırım aslında Türkiye’nin son yıllardaki gerek iç ve gerekse de dış politikası ve hedefler ile olimpiyatların mottosu olan “Citius, Altius, Fortius” yani “Daha hızlı, Daha yüksek, Daha güçlü” sloganının benzeşmesi aslında her şeyi özetliyor.
23 Mart 2013
http://www.yirmidorthaber.com/acikgorus/citius-altius-fortius/haber-738679