Kulislerde dolaşan 2012 yılında iki siyasi partinin lideri değişecek tartışmalarının çıkış kaynağının yeni anayasa çalışmaları olduğu açık. Ne dersiniz 1982 Anayasası’nın ruhu siyasette can almaya 2012 yılında da devam edecek mi?
Siyaset sahnesinde oldukça hararetli günlerin yaşanacağını tahmin ettiğimiz 2012 yaklaşıyor. Yeni yılda özellikle siyasetle ilgili tartışma gündeminin ana maddelerinden birisi de parti içi iktidar mücadeleleri olacak gibi. Bu öngörüyü ileri sürmek konusundaki en önemli neden kamuoyunun heyecanla beklediği yeni anayasa tartışmaları hususunda yaşananlar.
Yeni anayasa tartışmaları salt Türkiye’nin anayasal yapısını değiştirecek bir alan olmaktan çıkıp siyasetin de en önemli belirleyicisi oldu. Yaklaşık 30 yıldır kullanmakta olduğumuz 1982 Anayasası’na ilişkin olarak 12 Haziran seçimlerine değin seçim beyannamelerinde hiçbir vaatte bulunmayan siyasi partiler adeta derin bir uykudan uyandılar. 12 Eylül referandumundan sonra artık anayasanın Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamada yetersizliği noktasında ciddi bir kamuoyu oluştu. Kamuoyu araştırmaları yeni anayasa isteyen seçmenlerinin oranının yüzde 70’lerin üzerinde olduğu verilerini bizlere sunuyor. Siyasi partiler de 12 Haziran seçimlerine bu verinin ve bu yöndeki kamuoyu baskısının belirleyiciliği altında girdi.
Parlamentoda temsil edilen/edilmeyen bütün siyasi partiler seçim bildirgelerine yeni dönemde nasıl bir anayasa istediklerine dair önerilerle girdi. Seçimler sonrasında da yeni anayasa tartışmaları gündemin ana unsuru olmaya devam ediyor. Bütün siyasi partilerin eşit oranda temsil edildiği bir anayasa uzlaşma komisyonu oluşturuldu. Süreci takip eden kamuoyunun bu konuda oldukça duyarlı olduğu ve çalışmaları takip ettiği TBMM web sayfasında oluşturulan yeni anayasa linkinin ortalama 3000 civarında ziyaretçisinin olduğu verisinden rahatlıkla okunabilir.
Partiler ve kırmızı çizgileri
Hal böyle olunca anayasa sürecine ilişkin tartışmaların yeni dönemde siyasetin en belirleyici unsuru olacağı tezini ileri sürmek iddialı olmasa gerek. Siyasetçiler tarafından bu öngörünün doğru okunup okunmadığını bize zaman gösterecek elbette. Ancak halihazırda siyasi partiler arasında yaşanan tartışmalardan, siyasi partilerin anayasa konusundaki açıklamalarından ve “kırmızı çizgi” hatırlatmalarıyla uzlaşma komisyonuna üye olarak önerdikleri isimlere bakıldığında siyasi parti liderlerinin bu süreci iyi okuyamadıkları gözüküyor.
Sonuçların iyi analiz edilebilmesi açısından bilinen alternatifleri bir kez daha zikretmekte yarar var. Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşması için bu komisyonun üzerine düşeni yapması, üyelerin sağduyulu bir şekilde hareket etmesi bu üyelerin mensup olduğu siyasi partilere prestij kazandıracak. Uzlaşma Komisyonu’nun herhangi bir uzlaşmaya varamadan dağılması, taraflardan herhangi birinin oyunbozanlık yapması ya da masayı terk etmesi gibi durumlarda ise bu tür bir davranış sergileyecek siyasi parti ya da lider önümüzdeki dönemde seçmen nezdinde ciddi bir itibar kaybına uğrayacak. Anayasa değişikliği konusunda kamuoyu baskısını üzerlerinde yoğun olarak hisseden siyasi partilerin kendilerini uzlaşma komisyonu masasında oturmak zorunda hissettikleri, ya da masadan ilk kalkan olmak istemedikleri de açık. İktidar partisi bu oyunda çok önemli bir hamle yaptı ve muhalif siyasi partileri masada oturmaya zorlayacak ciddi bir özveride bulunarak eşit sayıda üyeden oluşan bir aritmetiğe rıza gösterdi. Bu fedakârlık üzerine ana muhalefete masada oturmaya devam etmekten başka seçenek şansı bırakmadı.
Ecevit’i Ecevit yapan kararı
1982 Anayasası’nın yenilenmesine ilişkin süreç siyasi partiler ve liderler açısından çok elverişli bir tarihi fırsat niteliğinde. Bu tür fırsatlar bir siyasetçinin ömrü hayatında karşısına nadiren çıkar. Ve bu fırsatları değerlendiren siyasetçiler itibarlarını artırırlar ve dolayısıyla siyaset sahnesinde kalıcı olurlar. Bu fırsatlar aynı zamanda birer risktir, kaybedenler unutulur giderler.
Bunun çok sayıda örneğinden birisi de 12 Mart muhtırası sürecinde yaşananlardır. Hatırlanacağı üzere demokratik sürece silahlı bürokratlar tarafından 1971 yılında yapılan müdahaleye siyasi partiler hiçbir ciddi tepki vermemiş, hatta tam tersine sonrasında oluşturulan muhtıra hükümetlerine de destek vermişlerdir. Dönemin CHP’si ve onun lideri İnönü de bu destekçilerden birisidir. Muhtıracıların kendilerinden gördüğü ve bu nedenle de hükümeti kurma görevi verdiği, “gerektiğinde demokrasilerin üstüne şal örtmeli” vecizesi nedeniyle “Şalcı Nihat” olarak bilinen Nihat Erim’in kurduğu I. Muhtıra Hükümeti İnönü tarafından desteklenmiş ve CHP bu hükümete üye vermiştir. Parti içinde genç bir siyasetçi olan Bülent Ecevit ise; kendi partilerinden bir siyasetçi olması, daha önce partinin yayın organı Ulus gazetesinin başyazarlığını yapmış olması ve muhtıra öncesi CHP senatörü olması gibi “meşrulaştırıcı” argümanlar nedeniyle Erim hükümetinin İnönü tarafından desteklenmesine karşı çıkmış, genel sekreterlik görevinden istifa ederek İnönü’ye bayrak açmıştır. Ecevit bilerek ya da bilmeyerek, kendi iradesiyle ya da başka bir gizli elin yönlendirmesiyle, sebep her ne olursa olsun tarihin kendisine sunduğu fırsatı inanılmaz bir biçimde iyi değerlendirmiştir. “Halkçı Ecevit” sloganı bu karşı çıkışın ve fırsatı iyi değerlendirişin bir ürünüdür. Bülent Ecevit hem darbecilere hem de CHP içinde darbe sürecini destekleyen parti elitine karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışın nedenleri üzerinde farklı tartışmalar yapmak mümkün olsa da açık olan bir şey var ki; bu olay sayesinde halk Ecevit’e kredi açmıştır. Halkın açtığı bu kredi sayesinde Bülent Ecevit liderliğindeki CHP yüzde 33’lük oy oranıyla 1973 seçimlerinin, yüzde 41’lik oy oranıyla da 1977 seçimlerinin galibi olmuştur. 1973 seçimlerindeki başarının 1977 seçimlerinde daha da artması Bülent Ecevit’in 12 Mart muhtıracıları tarafından dışlanan İslamcı siyasete hükümet kapılarını açacak kadar “uzlaşmacı” tavrı olmuştur. Bülent Ecevit’e bu kredinin 2002 seçimlerine kadar katkı sağladığı da hatırda tutulmalıdır.
Daha yakın bir tarihte benzer bir kredi açma süreci Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP için yaşandı. 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşananlardan sonra MHP lideri Bahçeli’ye halkın açtığı kredi de bu türden bir örnektir. Sistemin tıkandığı bir anda sorunun çözümüne uzlaşmacı tavrıyla destek olan MHP’nin oyları 2009 yerel seçimlerinde artmış, 2011 seçimlerinde ise yaşanan onca skandala rağmen bu kredi sayesinde MHP yüzde 10 barajını aşabilmiştir.
12 Eylül referandumu aslında buna benzer bir fırsattı. Ancak siyasi partiler ve başta genel başkanlık koltuğuna henüz yeni oturmuş olan Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere liderler bu tarihi fırsatı ellerinin tersiyle ittiler. Kılıçdaroğlu kendisine sunulan halkçı olmak, halkla beraber olmak imkanı varken, halkta böyle bir beklenti ortaya çıkmışken o umut edilenin aksine eski elitin farklı bir versiyonuyla yola çıkmayı tercih etti. Tarih başka siyasetçilere göstermediği bonkörlüğü Kılıçdaroğlu’na sunmaya devam ediyor, zira yeni anayasa çalışmaları bilhassa Kılıçdaroğlu için böylesine büyük bir şanstır.
2012 siyasi liderler için kritik yıl
Her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olduğunu iddia eden ve bunu bir övünç vesilesi olarak tekrarlayan Cumhuriyet Halk Partisi elitinin cumhuriyet ve demokrasi tarihimizi, hatta bizzat CHP tarihini bilmediğini düşünmek doğru değil tabi ki. Ancak Kılıçdaroğlu ve varsa ekibinin Türkiye’nin demokrasi tarihini dikkatli bir gözle yeniden okumalarının hayati bir önem taşıdığını hatırlatmak gerekiyor. Bu sadece Kılıçdaroğlu’nun siyasi geleceği için değil Türkiye’de demokrasinin daha da güçlenmesi, siyasal iktidarı eleştiri ve önerileriyle yönlendirebilecek güçlü bir muhalefetin varlığı açısından da çok önemli. CHP içinde hizipçilik tartışmalarının yeniden alevlendiği, genel başkan seçimli kurultay taleplerinin yoğunlaştığı bugünlerde Kılıçdaroğlu’na bu türden hatırlatmalarda bulunmakta fayda var. Kamuoyunda CHP içindeki dışlanan eski ekibin ellerini ovuşturarak yeniden parti yönetimini ele geçireceği günleri beklediği, parlamentoda Kılıçdaroğlu’nun neredeyse yalnız dolaştığı Baykal’ın ise etrafında kalabalık bir milletvekili grubu ile dolaştığı yorumlarının yapıldığı (parti yönetiminin ise bunları Kılıçdaroğlu’ndan gizlediği) söylentileri CHP kulis duvarlarını aşmış durumda.
Tüm bu yorumları haklı kılacak argümanlar silsilesine sahibiz bugünlerde. 2012 yılının Türkiye’de siyasetin yeniden şekillenmesi açısından çok sayıda olaya gebe olduğunu iddia etmek için müneccim olmaya gerek yok. Anayasa süreci başta olmak üzere demokratikleşme ve ülke sorunlarının çözümü konusunda yapıcı olmayan siyasi parti ve figürlerin siyaset sahnesinin dışına itilebileceği riskli bir dönem başlıyor. Bu anlamda bir yönetim değişikliğine gebe iki siyasi parti var karşımızda: CHP ve MHP. Yeni anayasa süreci bu iki partinin yönetici elitini değiştirebilecek kadar güçlü bir etki alanına sahip. Ya da tersinden okursak aynı süreç bu iki parti için de bir fırsat. Süreci destekleyerek yapıcı bir muhalefet sergileyen siyasetçilere uzun yıllar boyunca geçerliğini yitirmeyecek bir kredi açılacak. Bir kere bu tür bir davranış sergileyen siyasi parti şu an Türkiye’nin en ciddi ihtiyacı olan muhalefet boşluğunu doldurma şansını elde edecek. Tarih bu tür fırsatları siyasetçilere sunmak konusunda çok da bonkör değil. Ömrü hayatlarında bu fırsatları iyi değerlendiren siyasetçiler birer kült haline dönüşüyorlar, karizmalarına karizma katıyorlar.
Kılıçdaroğlu’nun liderlik ömrü
Bu anlamda önümüzdeki yıl en çok tartışacağımız lider şüphesiz Kemal Kılıçdaroğlu olacak. Halktan kopuk CHP eliti içinden çıkıp, etrafına halkçıları alacağı beklentisi ile genel başkanlık koltuğuna oturan Kılıçdaroğlu’ndan kamuoyunun beklentisi yeni bir Ecevit olacağı yönünde idi. Ancak Kılıçdaroğlu bu tarihi fırsatın henüz farkına varabilmiş değil. Henüz partisi içerisinde liderlik sorununu halledememiş Kılıçdaroğlu etrafında olan bitenden bihaber ‘Doğan grubu’na bağlı yayın organlarında başbakanmış gibi demeçlerine yer verilmesinin illizyonuna kendisini kaptırmış gidiyor. Ona birisinin “halkçı” olmanın, Doğan grubunun yayın organlarında her gün boy göstermek olmadığını anlatması gerekiyor. Ona “halkçı” denmesinin nedeni parti içindeki halktan kopuk elit kitleyi ve medya PR’ını değil halkı arkasına alabilme gücünü ve potansiyeline sahip bir kişilik olarak görülmesiydi. Bunu yapamadığı için de kendisine güvenenlerde büyük hayal kırıklığı yaşattı. Bunu yapamadığı sürece eski CHP elitinin nefesini arkasında hissedecek. Ve CHP’nin başında lider olarak kalmaya devam etse dahi “Baykal geri geliyor” korkusu Kılıçdaroğlu’na nefes aldırmayacak.
Benzer tartışmalar MHP ve Devlet Bahçeli üzerinden de yürütülebilir. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimindeki tavrı nedeni ile sunulan krediyi 12 Eylül referandumundaki tavrı ile ciddi ölçüde tüketti. Bahçeli’nin yeni anayasa sürecindeki tavrı kendi liderlik kariyeri açısından da belirleyici olacak. Sivil bir anayasa sürecine katkı sağlamaması, kendi tabanından kopuk bir siyaset izlemeye devam etmesi Bahçeli’nin liderliğini tartışmaya açacaktır.
Kulislerde dolaşan 2012 yılında iki siyasi partinin lideri değişecek tartışmalarının çıkış kaynağının yeni anayasa çalışmaları olduğu açık. Ne dersiniz 1982 Anayasası’nın ruhu siyasette can almaya 2012 yılında da devam edecek mi?
21 Kasım 2011
Kaynak: Star Gazetesi