“…İmamet ümmetin hakkıdır”

“…İmamet ümmetin hakkıdır”

Yeni anayasa beklentileri yükseldikçe, hükümet sistemi tartışmaları da hararetleniyor. Bu tartışmaların en tuhaf yanı bir türlü sağlıklı bir zemine oturamaması. Ak Parti’nin Kızılcahamam kampı sonrasında gazeteler bu kez de yeni bir argüman buldu. Rivayete göre parti içinde başkanlık sistemine yönelik bir muhalefet söz konusu. Tartışma nereye varır bilinmez, ama tekraren altını çizmekte yarar var: Bu tartışmada kullanılan argümanların tamamına yakını fobilerden beslenen, sağlıksız ve temelsiz argümanlar.

Bu sorunlu tartışma ortamı belki de hükümet sistemi tartışmalarının kaderi. Zira bu konu 1860’lı yıllardan beri aynı manipülatif zeminde tartışılıyor. Hükümet sistemine ilişkin tartışmaların bizde miladı olarak kabul edilen I. Meşrutiyet öncesinde de aynı tür argümanlar belirleyici roldedir. Zavallı Yeni Osmanlılar da Usul-ü Meşveret tartışmalarında enerjilerinin büyük çoğunluğunu bütünüyle bu tür manipülatif iddialara yanıt vermekle geçirmişlerdir.

Mesela Namık Kemal söz konusu tartışmayı yürüttüğü Hürriyet’te yayınlanan çalışmalarının tamamında bu türden manipülasyonlara cevap verir. Çoğunlukla da “bu nasıl söylenir” biçimindeki şaşkınlık formatında.

“Usul-ü Meşveret Hakkında Mektublar” başlığıyla yayınlanan bu makalelerinde cevap vermek durumunda kaldığı sorular ise bugün karşımıza çıkan sorularla neredeyse tıpatıp aynı. Ama tek farkla, orada parlamenter monarşiye karşı çıkanlar aynı argümanları kullanarak saldırmaktadır. Tek adam rejimine yol açabileceği, diktaya yol açabileceği, siyasal geleneğimizle uyumlu olmadığı vs. Başta Namık Kemal olmak üzere, Yeni Osmanlı aydınları bu eleştirilere uzun uzun cevaplar verir. Bunlardan biri olan “Ve Şavirhüm Fil Emr” başlıklı bir yazısını Namık Kemal aynen şu cümleleri kullanarak bitirir: “Ey ahrarı Osmaniyan! Böyle mevhumât-ıiğfaliyeye nazarı i’timad ile bakılmasın. Vatanın bugünkü bulunduğu muhatara layıkıyla düşünülsün bunlarla beraber bir de şimdiye kadar gösterilen mukavemetin hüsnü tesiriyle hasıl edilen semerata bakılsın…” Aslında başka söze gerek yok. Tıpkı bugünkü gibi kişisel ve siyasal fobilerden beslenen bu eleştirileri Namık Kemal “nevi asılsız ve zararlı düşünce” olarak tanımlıyor. Bu, adeta bugün hükümet sistemi tartışmalarını kişisel geleceği ya da siyasal istikbali açısından değerlendiren insanlar için yapılmış bir tanımlama gibi. Günümüzde de hükümet sistemi tartışmaları bir türlü ülke ihtiyaçları açısından tartışılamıyor. Sürece dâhil olanların birçoğu fobilerine, siyasal kimliklerine ve pozisyonlarına yenik düşerek bu tartışmayı sürdürüyor.

Usul-ü meşveret eleştirileri

Mensubu bulunduğu siyasal parti ya da kendisinin siyasal istikbali açısından ortaya çıkabilecek olumsuzluklar başkanlık sistemine yönelik eleştiriler olarak sıralanıyor. Hal böyle olunca da, bu eleştirilerin birçoğu gerçekten sığ kalıyor ve komik hale geliyor. Mesela devr-i iktidarında otoriter uygulamalarıyla hafızalarda yer etmiş bir siyasal partinin sözcüleri, parlamenter hükümeti savunmak adına, başkanlık sistemini “otoriter eğilimlere imkân sağlayabileceği” gerekçesiyle eleştiriyor. Özellikle siyasal figürlerden gelen bu türden trajikomik eleştirilerin tamamen politik gelecek endişesinden beslendiği açık. Olası bir başkanlık sistemi içinde geçerli oyların salt çoğunluğu üzerinden kurgulanacak bir iktidar formülasyonunda kendisinin yerinin olmayacağını düşünen siyasal parti ya da geleneklerin bu teze başvurmaları anlaşılabilir bir durum. Ancak anlaşılır olmayan husus, içine düştükleri trajikomik ruh hali ve görünüm. Kendi partileri içinde diktatoryal bir iktidar ilişkisi oluşturan, eleştirel bir duruş sergileyenleri anında tedip eden siyasal parti liderlerinin otoriterlik endişesini dile getirmeleri gerçekten trajikomik.

Burada akla gelen tek ihtimal, bu siyasal partilerin kendileri için öngördükleri seçmen desteği sınırı. Mevcut yapı devam ettiği takdirde, olası kaos ortamlarında hasbelkader koalisyon ortağı olan veya çok düşük oranlarda oylarla hükümet kurabilen siyasal gelenekler, ellerinden iktidar olma ihtimalleri alındığı için olsa gerek çok alıngan davranıyorlar ve karşı çıkmak için olmadık gerekçeler üretiyorlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok, bir siyasal partinin genel başkanı “bunlar parlamenter sistemin yerine başkanlık sistemini getirecekler, yani parlamentoyu ortadan kaldıracaklar” tarzında tuhaf, daha doğrusu komik bir argüman ileri sürmüştü. Dolayısıyla tek başına yüzde 50 oy alıp başkan seçilebilme ihtimali olmayan ya da kendisi için böyle bir ihtimal görmeyen siyasal partilerin bu konudaki görüşlerini aslında çok da ciddiye almaya gerek yok.

Burada bütün tartışmayı yeniden gözden geçirmek ve sağlıklı tartışmak gerek. Kuşkusuz farklı tanımlamalar yapmak mümkün, ama özellikle şu nokta çok önemli. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Ve yine millet adına egemenlik yetkisinin kullanım hakkını, doğrudan demokrasinin uygulanabilirliğinin zorlukları nedeniyle, temsilcilere verdiğimiz konusunda da hemfikiriz. Millet adına egemenliğin yasama ile ilintili kısmını yürütmek üzere parlamentoları yetkilendirdiğimiz hususunda da hemfikiriz. Hemfikir olmadığımız nokta şurası, elan ülkemizde yürürlükte olan parlamenter sisteme göre kendisine yasama yetkisini kullanma izni verdiğimiz parlamento, aynı zamanda bizim adımıza yürütme gücünü de belirliyor. Esasında bugün yürüttüğümüz tartışmaya bir de bu cepheden bakmak gerekir. Başkanlık sistemini savunurken aslında söylemek istediğimiz önemli hususlardan bir tanesi de bu. Bırakalım kendisine yasama görevi verdiğimiz, yasama anlamında egemenlik yetkisini devrettiğimiz TBMM sadece kendi işini yapsın. Üzerindeki yürütme yükünü alalım. Yürütmeyi seçmek, göreve getirmek ve denetlemek işi parlamentoyu yıpratıyor, sağlıklı çalışmasına engel oluyor. Bu nedenle, parlamentonun itibarını kurtarmak, sağlıklı çalışmasını temin etmek için bu yükü onun üzerinden alalım. Egemenliğin asıl sahibi olan millete tevdi edelim. Millet tıpkı yasama organını seçerken yaptığı gibi, doğrudan kendisi yürütmeyi de göreve getirsin.

Başkanlık sisteminin tüm tartışmaların dışında tutmamız gereken vasfı da bu zaten. Millet kendi adına egemenlik yetkisini kullanmak üzere nasıl doğrudan milletvekillerini seçiyorsa, yürütme yetkisini kendi adına kullanacak organları da doğrudan seçsin. Parlamento bu seçimi yaparken zorlanıyor ve çoğu zaman da sorun çözmek yerine kaos üretiyor. Başkanlık sistemi önerilirken dile getirilen en önemli husus belki de budur: Yürütme gücünün oluşumunda kaosu engellemek için, seçimi doğrudan halkın yapmasını temin etmek. Bu, hem pratik açıdan kaosun ortaya çıkmasını engelleyecek hem de demokrasinin daha sağlıklı işlemesini sağlayacaktır. Kendisi adına yetki kullanacak bir gücü halk doğrudan kendisi seçmiş olacaktır.

Tekrar tartışmanın miladına dönüp bakarsak, aslında Yeni Osmanlılar da aynı çıkış noktasından hareket ediyorlar. Bu tartışmaları bizde başlatan kuşağın temsilcilerinden Namık Kemal 150 yıl önce çok açık bir biçimde özetliyor: “…. bir belde ahalisi ictimaı ile bir zata saltanat veya hilafet içünakdbey’at etseler o zat sultan veya halife olur, ondan evveli sultan veya halifenin hiç hükmi kalmaz, çünki imamet ümmetin hakkıdır. Umumun o hakka müterettib olan vezaif-i bizzat icra etmesine imkan müsaade olmadığındandır ki ta’yin-i imam ve teşkil-i hükümet zaruriyatdan olur, bu ise; cemiyetin zikrolunan vezaifini icraya bazı efradını tevkil etmesinden başka bir şey değildir.” Namık Kemal başka yazılarında bu düşüncesini demokratik teoriye katkı yapan Batılı siyaset bilimcilere atıfla temellendirir.

Namık Kemal şahsında Yeni Osmanlılar ise olayın özü ile ilgilenmektedir. Onlara göre devlet sisteminin ne olduğundan çok hükümetin neler yapacağı önemlidir: “Her ümmet, emri tevkili ahlak ve ihtiyacatının icabına göre vüs’atlitutubalir, ancak kavaid-i hükmiyedendir ki hükümet her ne zamanda, her ne mekanda, her ne suretle olursa olsun efradın hürriyetini en az takyid edecek yolda olmak gerekdir.”

Yürütme ve yasama ayrımı

Seçilen hükümeti bu çizgide tutmak ve denetlemek içinse Namık Kemal’in formülü şöyledir: “Hükümeti o daire-i adilede tutmanın yollarından birisi ‘usul-ü meşeveretdir ki o da kuvvet-i teşri’ierbab-ı hükümetin elinden almaktır. Devlet bir şahs-ı manevyedir. Kanun yapmak onun iradesi, icra etmek ef’ali hükmündedir. Bunların ikisi bir elde oldukça harekat-ı hükümet bir kuvvet-i ihtiyar-ı mutlakdan kurtulamaz. İşte şuray-ı ümmetin lüzumu bundan terettüb eder.” Tıpkı bugün başkanlık sistemini savunan bizlerin söylediği gibi. Yasamaya müdahale yetkisi olmayan bir başkanın otoriterleşme olasılığı oldukça zayıflamış olacaktır.

150 yıldır aynı şeyi aynı tarzda tartışıyoruz. Namık Kemal de, parlamenter sistemi savunmak adına, tıpkı bugünkü mevcut hükümet sistemine muhalif olanların yaptığı gibi, bölünme, işgal, bağımsızlığın kaybı, otoriterleşme türünden eleştirilere cevap vermekle harcıyor zamanını. Ancak arada bir fark var: O gün parlamenter sisteme muhalif olanların tezlerini bugün parlamenter sisteme taraf olanlar kullanıyor. Yani o günün şartlarında Namık Kemal’e parlamenter sistemi önerdiği için yöneltilen eleştiriler, bugün parlamenter sistemin savunusu için kullanılıyor. Bu ironik durumun izahını bir siyaset bilimcinin yapması son derece güç, ancak halen bu tarz bir parlamenter sistem savunusu içinde olanlara Namık Kemal’in şu ilkesini yeniden hatırlatmakta fayda var: “İmamet ümmetin hakkıdır”. Yani daha açık söylemek gerekirse, yürütmeyi belirlemek milletin hakkıdır, millet kendi adına egemenlik kullanacak kişileri kendisi belirlemelidir. Bunu böyle kabul ediyorsak, bırakalım millet kendi yürütme erkini kendisi oluştursun. Bundan daha demokratik bir formül var mı? Yok millete güvenmiyorsak, millet beceremez diyorsak, o zaman bırakalım, parlamenter sistem savunucularının dediği gibi, millet adına egemenliği kullanmak üzere seçimi başkaları yapsın. Saflar bu kadar net.

25 Mayıs 2013

Kaynak: http://www.yirmidorthaber.com/acikgorus/imamet-ummetin-hakkidir/haber-757130

Yukarı