Türkiye’de demokrasi aslında tahmin edildiği kadar kısa bir geçmişe sahip değil. Tersine, demokrasinin bu topraklardaki kökleri, bugün istikrarlı biçimde demokrasiyi işleten pek Avrupa ülkesininkinden daha eskiye uzanıyor.
I. Meşrutiyet ve akabinde 1876 Kanun-i Esasi ilan edildiğinde dünyada eşdeğer pozisyondaki pek çok ülkeden oldukça ileri düzeyde bir demokratik seçim süreci ve parlamento aritmetiği söz konusu olmuştu. Bir İslam ülkesi olması, şeri hükümlerin egemen olması ve devletin başında bir İslam halifesinin bulunmasına rağmen; parlamenter hükümet sistemlerinde hukuk kurallarını koyacak ve siyasal iktidarı sınırlandıracak (Osmanlı ülkesinde şeriatı belirleyip, halifeye dur diyecek) bir işlevi olan parlamentonun seçiminde gayr-i Müslim vatandaşlar oy kullanabilmişler ve mebus olarak yer alabilmişlerdi. Nitekim ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında % 40 civarında gayr-i Müslim üye yer almıştı.
Bu önemli bir başlangıçtı. Bu noktadan başlayan bir demokrasi sınavında bugün kendisini Kürtler adına siyaset yapma pozisyonunda gören bir siyasi partinin, BDP’nin meşruluğuna ilişkin tartışmalar öylesine yersiz ki!
İlginç olan, BDP de siyasal hayatı yeterince ciddi bir gözlemle okumadığından olacak, sürekli kendisinin meşruluğunun tartışıldığına dair bir ima ile hareket ediyor olması.
Belki BDP’nin siyasete biçtiği rol açısından bu bir tercih olabilir. Bir siyasi partinin kendi siyasi çizgisini nasıl kurgulayacağı, hangi argümanlarla hareket edeceği vs o siyasi parti yöneticilerinin özgür iradeleri ile karar verecekleri bir husustur. Ancak bu tarzın sorunun “siyasal” mekanizmalarla çözümünü arzulayan bir yöntem olup olmadığı konusunda kamuoyunda birçok kesimde derin kuşkular söz konusu. Bu kuşkuları besleyen ise, kesinlikle böyle bir meşruluk endişesi değil tam tersine BDP sözcülerinin sorumsuzca söylemleri.
Bu söylemlere son örneklerden bir tanesi Hakkari’de yaşanan mayın faciasının hemen sonrasında BDP sözcüleri tarafından dile getirildi. İlginç bir biçimde Eşbaşkan Selahattin Demirtaş olay henüz sıcaklığını korurken, olayın sorumlusunun PKK değil Ergenekon olduğunu net bir dille ifade etti.
BDP bugüne değin PKK tarafından üstlenilmiş terör faaliyetleri konusunda kayda değer hiçbir eleştiri yapmadı. Oysa BDP, terör konusunda hassas olduğunu ortaya koymak istiyorsa, duruşunu açık bir biçimde kategorik olarak şiddetin mahkum edilmesinden, demokrasiden ve insan haklarından yana kullanarak gösterebilir.
Öte yandan Demirtaş’ın terör eyleminin adresi olarak gösterdiği Ergenekon terör örgütü konusundaki tavrı da bu bağlamda ele alınmayı hak ediyor. BDP Türkiye’nin gündemini uzun bir süredir meşgul eden Ergenekon davası sürecinde tavrını net bir biçimde ortaya koymaktan sürekli çekindi. Siyasi iktidara süreci destekleyecek katkı vermekten sürekli kaçındı. İlave olarak, Ergenekon terör örgütünün üyelerinin yargılanmasını engellemeye çalışan HSYK’nın oluşumunu değiştirecek ve bu tür terör örgütlerinin kontrol edebildiği bir yapıdan arındırabilecek Anayasa değişikliği referandumunda boykot kararı aldı. Çok ilginç bir biçimde BDP bu tavrını önce TBMM çatısı altında gösterdi. Tüm bu oluşumları ortadan kaldıracak bu Anayasa değişikliğinin TBMM çatısı altında ve referanduma sunulmasına gerek kalmadan gerçekleştirilmesine engel oldu.
Yetmezmiş gibi, bu kez temsil ettiği halkı Ergenekon terör örgütünün hamileri olan statükocu güçlerle ittifak etmeye zorladı. Tabanı üzerinde “hayır” demeye gücünün yetmediğini fark ettiğinden olsa gerek, daha enteresan bir tavır takındı ve boykot kararı aldı.
Şimdi, tekrar düşünelim; önce Hakkari’de gerçekleşen mayın faciasını PKK değil Ergenekon yaptı, diyecekseniz akabinde Ergenekon terör örgütünü yargılayacak hakim ve savcıları dağıtmaya çalışan HSYK aynen kalsın diyeceksiniz. Bu iki siyasa arasındaki çelişkiyi görmemek mümkün mü?
BDP’nin bu tavrı sadece kendi siyasi kararları olarak algılanamaz. Bu karar bu kadar basit değerlendirilemez. Çünkü artık Türkiye’de Kürt sorunu dahil tüm sorunlarımızın çözümü için siyaseti bir yol olarak öneren ve bunun mücadelesini yürüten sivil toplum örgütlerini destekleyen ciddi bir halk kitlesi var. BDP bu tavrı ile bu kitlenin büyümesine engel oluyor. Sorunun siyasal yöntemlerle çözülmesine katkı yapanların işini kolaylaştırmıyor. Hatta bir anlamda siyasetin önünü tıkıyor.
BDP bu tavrını mutlaka gözden geçirmeli. Aksi durumda, hem kendisinin siyasi istikbalini riske atmış olur, hem de Kürt sorunun çözümü için siyasal yöntemleri öneren insanların katkılarına bir darbe vurmuş olur. Birincisi kendi takdirleri, ama yaşadığımız onca acıdan sonra ikincisine hakları yok.
21 Eylül 2010