‘Kürt sorunu’nun çözümüne yönelik atılan her adımı katı bir ideolojik inkâra dönüştüren BDP-PKK söylemi hepimizin bilinçaltına işlemiş ve hepimizi etkilemiş durumda.
Tuhaf bir ruh hali bu. Birden, farkında olmaksızın siyasi fikir ve düşüncelerini asla kabul etmediğiniz kişi/kişilerin ortaya attığı tezleri tartışırken buluverirsiniz kendinizi… O, ‘öyle değil, doğrusu budur’ savunma psikolojisiyle ‘oluşturulan gündemin’ içine düşerken ortaya atılan ‘kavram’ı da dolaşıma sokup ‘kabulüne’ bizzat yardımcı olursunuz.
Zamanınızı ve gündeminizi kendi tezlerinizi ortaya koyarak geçirmek yerine, eleştirileri cevaplamak zorunda kalarak geçirdiğinizi fark edersiniz. Tartışma sürecine girdiğiniz andan itibaren kendi gündeminizi başkasının belirlediğini görürsünüz. Onun dili, eleştiri ve argümanları birdenbire sizin gündeminizi oluşturur. Bu durumun birçok nedeni vardır kuşkusuz. Aşırı tevazu, kendini azınlıkta hissetme, özgüven eksikliği, dışlanma endişesi, kabullenilmeme korkusu ve benzeri etkenlerin yol açtığı bir ruh halidir bu.
Farkında olmadan egemen söylemin arzulamadığınız bir biçimde ortaya çıkmasına neden olur, hatta bu söylemi siz de kullanmaya başlarsınız. Misal 1990’lı yılların Türkiye’sinde içinde bulunduğumuz durum böyleydi. En temel haklarımızı bile hak ve hürriyetler ekseninde değil, egemen otoritenin koyduğu yasakların gölgesinde konuştuk. Kendimizi onlar nezdinde meşru gösterme telaşı ile hareket ettik. Onların deli saçması olduğunu sonradan fark ettiğimiz argümanlarını günlerce tartıştık, kendimizi savunduk. 2000’li yılların başlarında da benzer ruh hali devam etti. Gündemimizi başkaları belirledi. Mesela 2007 yılındaki meşhur 367 tartışmasını hatırlayın… Geriye dönüp baktığımızda, çocuklarımıza, öğrencilerimize anlatırken “nasıl ifade edeceğiz” diye terler döktüğümüz bir deli saçmasıydı adeta. Ortalama bir okuryazarın bile rahatlıkla “böyle saçmalık olmaz” diyeceği türden bir duvar yazısını tartıştık günlerce. Hayır, mevzu tartışma değil elbette, tartışarak o teze yüklediğimiz anlam önemli burada. Bizler, akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler 367’yi tartışarak onların tezlerine güç kazandırdık. Kendilerinin dahi ortaya atarken inanmadıkları bir tezi tartışılır kıldık ve bu şekilde sonuç alınmasına adeta zemin hazırladık. Aynı ruh hali ile yaptık bunu.
Değişmeyen ruh halimiz
Bugünlerde “Kürt sorunu”na ilişkin benzer bir ruh halinin içinde olduğumuzu hissettim bir anda. Sayın Başbakan’ın her ekran konuşmasında, her basın toplantısında, her grup toplantısında ısrarla partililere ve milletvekillerine yönelik seslenmelerini duyunca bu ruh hali geldi aklıma. Atılan onca adıma rağmen iktidar partisinin mensuplarının söylemlerinin büyük oranda PKK-BDP tarafından oluşturulan söylemin hegemonyasında olduğunu fark ettim. “Kürt sorunu”nun çözümüne yönelik atılan her adımı katı bir ideolojik inkâra dönüştüren BDP-PKK söylemi hepimizin bilinçaltına işlemiş ve hepimizi etkilemiş durumda. Oysa anlatacak ne çok şey var! ‘Kürt’ sözcüğünün dahi kullanılamadığı bir ortamdan, doğrudan Başbakan’ın ağzından ‘Kürt kardeşlerim’ hitabının dillendirildiği bir ortama geldik. Asimilasyon politikalarından eşit vatandaşlığa, ayrımcılıktan pozitif ayrımcılık taleplerine dek her konuda aklımıza dahi getiremeyeceğimiz adımlar atıldı. Bunca devasa adıma rağmen, hala PKK-BDP çizgisinin söylem ve eleştirilerine kendimizi hapsetmenin, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız güvensizlik ve kompleksten başkaca bir açıklaması yok sanırım.
2000’li yılların başından itibaren ülke meseleleriyle ilgili başta demokratikleşme olmak üzere hemen her konuda ciddi paradigma değişiklikleri yaşadık. Bilhassa Kürt sorununa ilişkin olarak neredeyse tabulaştırdığımız tanımlamalar değişti, adımlar atıldı. Ama ilginçtir, söylem düzeyindeki egemenliğin ne olduğu ve kimin tarafından belirlendiği noktasında halen kafalar karışık. Az önce tanımlamaya çalıştığım türden bir egemen söylem kaosu yaşıyor gibiyiz. Hemen hepimiz terör örgütünün, daha doğrusu süreci sabote etmek isteyenlerin bizi düşürmek istedikleri tuzağa farkında olmadan düşüyoruz. Günlük gazetelere, siyasal tartışmalara, siyasetçilerin kullandığı dile bir bakalım, hemen hepsinde egemen söylemi PKK-BDP çizgisinin oluşturduğuna dair örnekleri rahatlıkla görebiliriz. Şüphesiz, bunun önemli nedenlerden biri, çözümü hedefleyenlerin nihai anlamda siyasal bir retorik geliştirememiş olması iken, çözümü engellemek isteyenlerin ise hedef ve beklentilerinin hem daha net olması hem de herhangi bir ahlaki ilkeyle kendilerini kayıtlı olarak görmemesi, sadece çözümsüzlüğü dayatmasıdır.
PKK-BDP çizgisi, bu süreçte Türkiye’nin Kürt sorununa ilişkin ‘sorunlu müktesebatı’ndan da faydalanarak, çözüme yönelik her türlü girişimi sorunun daha da büyümesi yönünde araçsallaştıran bir söylemsel dil üretmiş ve bu dil zamanla birçok alanda kamuoyundaki hâkim dil haline gelmiştir. PKK’nın Kürt sorunundaki söylem üstünlüğünün çok geniş bir yelpazesinin bulunduğu rahatlıkla söylenebilir.
‘Sorunlu müktesebat’
Bu anlamda, ilk örnek olarak artık dilimize pelesenk olmuş, hepimizin gayet masum bir biçimde kullandığı “bölge” ifadesini verebiliriz. Hemen hepimiz, “Kürt sorunu”yla ilgili konuşurken, öneriler sıralarken, yorum yaparken “bölge/bölgede/bölgenin” diye başlıyoruz cümlelerimize. Etrafınıza bakın, neredeyse herkesin PKK’nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine atfen ve belirgin bir iyelik vurgusuyla kullandığı “bölge” tabirini içselleştirdiğini ve gündelik dilinin bir parçası haline getirdiğini göreceksiniz. Türkiye’nin hiçbir coğrafi bölgesinden bahsederken kullanılmayan bu tabirin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan bahsederken kullanılması, artık mutat bir hal almıştır. Siyasetçisinden gazetecisine, akademisyeninden öğrencisine dek sorunla ilgili hemen herkesin aynı jargon etrafında mutabık kalması, PKK’nın söylemsel üstünlüğünün en bariz göstergelerinden biridir.
Bir diğer örnek, Kürt sorunu ifadesinin bizatihi kendisidir. Aslında hepimiz, imparatorluğun çöküşünü takiben kurulan ulus devlet yapısının bünyesindeki bütün unsurlara yönelik olarak inşa ettiği tecrit ve tektipleştirme politikası ile oluşturduğu antidemokratik sistemden muzdarip bir durumdayız. Bu sistem Aleviler, Sünniler, Azınlıklar, Kürtler, Türkler ya da akla gelebilecek bütün unsurlara karşı aynı politikayı yürütmüştür. Bu politikayı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Farklılıkları hiçe sayarak bütün unsurları aynı düzlemde tanımlamak ve onları bu doğrultuda tedip etmek. Bu politikanın doğal bir sonucudur bugün yaşadıklarımız. Ancak 2000’li yıllardan itibaren yaşandığını iddia ettiğimiz paradigma değişikliği bu politikanın terki anlamına gelir esasen. Başbakanın kamuoyunda “açılım” olarak tanımladığı adımlardan bahsederken ısrarla milli birlik ve kardeşliğin yeniden tanımlanması sürecinden bahsetmesi bu nedenledir. Tüm bu süreci göz ardı edip, sadece Kürtlere yönelik baskılar olduğu imajını canlı tutacak biçimde “Kürt Sorunu” ifadesinin kullanılması, egemen söylemin PKK-BDP çizgisinin arzuladığı şekilde oluştuğunun açık bir örneğidir. Hepimiz aslında gayet masum ve meşru bir biçimde Kürt Sorunu ifadesini kullanırken bu manipülatif sürecin bir parçası haline dönüşmüş oluyoruz. Oysa sorunun özü demokratikleşmedir ve soruna bu zaviyeden bakılmalıdır.
Egemen söylemin PKK tarafından oluşturulduğuna yönelik iddiamın bir diğer kanıtı da sürece ilişkin olarak ortaya konulan tarihsel altyapıdır. PKK’nın “Kürt sorunu”nun geçmişine ilişkin ortaya koyduğu tarihsel anlatı, gerek entelijansiyanın büyük bir kısmı gerekse konuyla ilgili herkes tarafından neredeyse içselleştirilmiştir. Mutlak bir kategorileştirmeye dayalı bu tarih anlatısına göre, devlet hep imhacı/inkârcı ve asimilasyoncu tarafı, PKK ise inşacı/ihyacı tarafı oluşturmaktadır. Devletin adeta ezeli ve ebedi bir olumsuzlanma ile tanımlandığı bu anlatı, süreç içinde yaşanan değişimlere ve soruna yönelik çözüm çabalarına rağmen, herhangi bir değişikliğe tabi tutulmadan olduğu gibi tekrarlanabilmekte ve daha da önemlisi entelektüel mahfillerde destek bulmaya devam edebilmektedir.
Bir yönüyle “Kürt sorunu”nun tanımlanma biçimiyle de ilişkili olan bu tarihsel anlatı, aynı zamanda PKK’nın söylemsel üstünlüğünün de bir göstergesidir. “Kürt sorunu”nun devlet düzeyinde bulduğu ya da bulamadığı karşılıklar, zamanla PKK’nın tezleri doğrultusunda kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır. Kürt sorununu bölgesel geri kalmışlık gibi nedenlerle tanımlayan devlet söylemi tarihe karışırken, sorunun kimlik odaklı olduğunu iddia eden PKK söylemi bugün genel bir kabul halini almıştır.
Benzer başkaca güncel örnekler de vermek mümkündür. PKK’nın söylemsel hegemonyasının “Kürt sorunu”nun hangi doğrultuda ve neyi esas alarak tartışılması gerektiğine ilişkin detaylara dek uzanan bir belirleyiciliği bulunmaktadır. Bir örnek de son yıllarda tartışılmaya başlanan demokratik özerklik kavramıdır. Henüz kamuoyunun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmese de, söz konusu kavram “Kürt sorunu”yla ilişkili tartışmaların odak noktasını oluşturmakta, konuya ilişkin her türlü siyasal, akademik ya da entelektüel münazaranın içeriğini belirlemektedir.
Egemen söylemin terör odaklı gruplarca oluşturulması siyasal iktidarlar ve sorunun çözümünü hedefleyenler için ciddi sıkıntılar yaratmaktadır. Çözüme yönelik politikalar istenilen düzeyde rasyonelleştirilememekte, reformların hayata geçirilmesine ilişkin rezervler gündeme getirilerek demokratik bir düzenin gerekli kıldığı içeriğin oluşması en azından geciktirilebilmektedir.
Egemen söylemin bu şekilde oluşmasının sorunun çözümüne engel teşkil ettiği bir realitedir. Siyasal iktidarlar ve politika üreticiler zamanlarını büyük oranda bu dili tartışmakla harcamakta, samimi çözüm önerileri bu egemen söylem arasında kaybolup gitmekte ya da bu tartışmalara heba edilmektedir. Böylece samimi çözüm önerilerinin de önü tıkanmaktadır.
Barışçı dili yaygınlaştırmak
Bu durumun önüne geçmek için siyasal iktidarlar ve çözüm mercileri açısından yapılması gereken şey, bu manipülatif süreci göz ardı ederek, daha doğrusu bu tuzağa düşmeyerek çözüme odaklı total bir proje ve çalışma takvimi oluşturup, olası her türlü sabotajın önünü almaktır. Bunun ilk adımı ise barışçıl ve çözümü arzulayan unsurların dilini egemen kılmak olacaktır. Başta iktidar partisi mensupları olmak üzere, sorunun çözümünü isteyen herkesin bu siyaset dilinin inşası sürecine katkı sağlaması gerekmektedir.
Ancak ilgili aktörlerin sıklıkla kullandıkları siyasal dil üzerinden bir söylem analizi yaptığımızda, tuhaf bir biçimde karşımıza yazının başında zikrettiğim ruh hali çıkmakta. Sebepleri üzerinde daha detaylı bir analiz yapmak gerekebilir, fakat çıplak gözle görülen bu. Sayın Başbakanın ısrarlı uyarılarının altında da bu durumun yattığı söylenebilir. Bu uyarı, hepimiz için geçerli. Sorunun çözümüne yönelik üreteceğimiz önerileri barışı perdeleyip, çatışma üzerinden beslenen insanların inşa ettiği dile ve söyleme kurban etmemek için daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Bu söylemin bize dayattığı manipülatif süreçten ayrılmak ve kendi gündemimizi, stratejimizi ve söylemimizi oluşturmak durumundayız. Aksi takdirde, sorunu, bu sorunun belki de bizatihi sebebi olan PKK’nın yarattığı söylemsel bağlamda düşünmek ve bu söylemselliğin oluşturduğu sınırlar içinde tartışmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kalıyoruz. Oysa bir soruna vakıf olmanın yolu o sorunu tüm yönleriyle bilmekten, çözüm bulmanın yolu ise o soruna ilişkin güçlü bir dil/söylem geliştirmekten geçmektedir.
Aynı yanılsama gündemin oluşturulması açısından da geçerli. Tıpkı son günlerde karşı karşıya kaldığımız ölüm oruçları ve dokunulmazlıkların kaldırılması örneklerinde olduğu gibi. Oysa Türkiye’nin, çözümü yönünde birçok olumlu adımlar attığı Kürt sorununa ilişkin olarak yeni ve güçlü bir söylemsel dil üretmek, PKK-BDP çizgisinin açık ya da gizil bir şekilde elinde bulundurduğu söylemsel hegemonyayı boşa çıkarmak elzemdir. Sorunu çözmek istiyorsak, kendi gündemimizi kendimizin belirlemesi yeterli olacaktır. Ortada ne “Kürt sorunu” var, ne de “bölge sorunu”. Ortada topyekun bütün Türkiye’de insanların hepsi için, Aleviler, Kürtler, Sünniler, Türkler için demokratikleşme sorunu ve bu sorunu çözme zorunluluğumuz var gerçek olan bu.
8 Aralık 2012
Kaynak: http://www.yirmidorthaber.com/acikgorus/pkknin-soylemi-sirayet-ediyor/haber-710410