Sansür İttifakı

Sansür İttifakı

Çözüm süreci ile ilgili tartışmalar her geçen gün daha ilginç bir mecraya doğru kayıyor. Sürecin canlı bir tartışmaya yol açması, Türkiye’nin normalleşme sürecinde olduğunun işareti. BDP’li milletvekilleri Önder, Buldan ve Tan’dan oluşan ‘ikinci heyet’in İmralı’da yaptıkları görüşmenin notlarının basına sızdırılması üzerine başlayan “sürece yönelik sabotaj” eleştirileri, birileri tarafından ustaca bir manevra ile farklı bir alana kaydırılıverdi. Birden kendimizi basın özgürlüğü, haber alma ve sunma hürriyeti tartışmalarının içinde bulduk. Başbakan’ın tutanakların yayınlanmasının bıçak sırtında yürüyen çözüm sürecini olumsuz etkileyebileceğine yönelik ifadeleri birden sansür tanımlamasına dönüşüverdi.
Tuhaf bir durum bu ama bu hep böyle oldu. Millet çıkarlarını öncelemeyen yayınları eleştirilen merkez medya ve her daim yanındaki CHP sürekli her sıkıştığında bir manevra olarak sansüre başvurdu. Takipçisi oldukları İttihat Terakki ile tek parti dönemini göz ardı eden bu ittifak ilginçtir II. Abdülhamit, Menderes ve Özal çizgisini her daim sansürcülükle suçladı.

Sansür söylemi
Örneğin İttihat Terakki II. Abdülhamit’i sansürcülükle suçladı. Biz de İttihatçı söylemin etkisinde sansür ve Abdülhamit kelimelerini zihnimizde birlikte kodladık. Hemen hemen herkesin sansür dendiğinde aklına II. Abdülhamit’in gelmesini sağladık. Ama aynı II. Abdülhamit’in bir taraftan halife unvanını kullanırken aynı dönemde medreselerde hilafetin Kureyş’e ait olduğuna dair güvenilirliği şüpheli hadisleri dahi okutabilecek kadar rahat bir padişah olduğunu hep ihmal ettik.
Aynı şekilde tek parti döneminde İstiklal Mahkemeleri, farklı dini ve etnik gruplara mensup vatandaşlara yönelik uygulamalar ve başta Dersim olayları olmak üzere vatandaşlarımızın katledildiği toplumsal olaylarla ilgili elde hemen hiç bir verinin olmamasını hiç tuhaf karşılamadık. Bu zulümleri ulus devletin kurumsallaşması için atılması gereken normal adımlar olarak değerlendirdik. Ya da mesela İnönü’nün günlük gazetelerde kendisine ait hangi fotoğrafı, hangi ebatlarda ve ne şekilde sunulacağına ilişkin gazetelere verdiği talimatları bilmemize rağmen onu sansürcü olarak suçlamadık. Ama bütün bir Demokrat Parti iktidarını ve merhum Menderes’i sansürcü olarak tanımlamaktan hiç çekinmedi bu ittifak.
İmralı görüşme tutanaklarını yayınlamak, bu bilgilere ulaşmak tabiî ki bir habercilik başarısıdır. Ancak burada bu “başarıyı” gerçekleştirenlerin tavırlarındaki tutarsızlıkları da zikretmek gerekir. 28 Şubat sürecinde Müslüm Gündüz’ün yatak odası görüntülerine haber değeri atfederek basın hürriyetinin kullanılması olarak gören, ama kendi parasal ve siyasal ilişkilerini özel hayat kapsamında değerlendiren; ya da onlarla ittifak halindeki siyasal kadroların iktidarda bulunduğu dönemdeki uygulamaları görmezden gelen medya yöneticileri ve siyasetçilerinin bu ikircikli tavırlarını açıklayabilmeleri gerekir.
Sorun gazetenin haberleşme hürriyetini kullanması değil kanımca. Sorun gazetelerin, medya yöneticilerinin kendilerini siyaseti yönlendiren, manipüle eden bir pozisyonda görebilmeleri. Süreçten her durumda kendileriyle birlikte hareket eden siyasal figürlere çıkar devşirmeye çalışmaları sorun.

AİHM kararları, basın hürriyeti ve terör
Konu bir basın özgürlüğü tartışmasından ziyade politik olarak saf tutmakla ilintilidir
. Görüşme tutanaklarını yayınlayanların yaptıkları haberin çözüm sürecine olumlu ne tür katkısı olabileceğini açıklamadıkları sürece anayasanın 13. Maddesindeki tuhaf tanımlamayla temel hak ve hürriyetlerini kötüye kullandıklarını rahatlıkla iddia edebiliriz. Tam bu noktada AİHM’in Zana kararını hatırlatmakta fayda var. Zana kararında AİHM verilen mahkûmiyet kararını “böyle hassas bir zamanda terör örgütünün mücadelesinin ulusal bağımsızlık mücadelesi olarak tanımlanmasının ortamı gerginleştireceğine ve terör olayların artmasına neden olabileceğini” ifade ederek verilen cezanın sosyal bir ihtiyaçtan kaynaklandığına, dolayısıyla ifade özgürlüğünün ihlalinin söz konusu olmadığına hükmetmişti.
Görüşme tutanaklarının açıklanmasından rahatsız olan Başbakanın tavrı tam da bu noktadır. Başbakan yayının çözüm sürecini olumsuz etkileyeceğini ve terör olayların artabileceğini, dolayısıyla vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine ilişkin güven ortamının sarsılacağını ifade etmektedir. Bu gerekçeyle de tıpkı 1876 Kanun-i Esasisi ve 1924 Anayasasında tanımlanan biçimiyle basın hürriyetinin sınırının başkalarının temel hak ve hürriyeti olduğuna atıfta bulunuyor.
Sorun ahlaki ve vicdani düzlemde bir sorundur. Ya sorumluluklarımızın bilincinde olarak süreci olumsuz etkilemekten kaçınıp çözüme destek olacağız. Ya da mesleki ilkeler kamuflajı altında, ahlaki ve vicdani sorumluluklarımızı bir tarafa bırakıp siyasal ve kişisel çıkarlarımızı yürütmeye çalışacağız. Saflar ve tercihler çok net.

9 Mart 2013

Kaynak: http://www.sabah.com.tr/Perspektif/Yazarlar/do%C3%A7.dr.yusuftekin/2013/03/09/sansur-ittifaki

Yukarı