Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla tüm tartışmalar hükümet sistemi, fiili başkanlık/yarı başkanlık, cumhurbaşkanının yetkileri, çatı aday, başbakan sonrası Ak Parti gibi konulara odaklanmış durumda. Açıkçası içimde tüm bu yoğun tartışma ortamının HSYK seçimlerini gizlemek ve üzerinde yoğunlaşmamızı engellemek için üretilmiş sanal gündemler olduğuna yönelik ciddi bir kuşku var. Sanki görünmez bir el siz sonucu belli cumhurbaşkanlığı seçimi ile oyalanadurun biz işimize bakar, gereğini yaparız diyor gibi geliyor bana. Ve bu yapılar tüm güçlerini yargı vesayetinin devamını sağlayacak söylemleri tazelemek ve yargı bürokrasisini kontrol altında tutmaya yönelik çalışmalara ayırıyorlar.
27 Mayıs darbesinin Türk siyasal hayatında bıraktığı en derin iz nedir sorusunun hiç tereddüt etmeden 1961 anayasasına koyulan ve egemenliğin kullanımı tekelini TBMM’den alarak “yetkili organlara” veren anayasa hükmü derim. 27 Mayıs ve sonrası bilhassa 1961 Anayasası çok sinsice kurgulanmış bir vesayet silsilesi üzerine bina edilmiş. Tabiri caizse bir matruşka gibi. Her aşılan engel sonrası yeni bir vesayet karşımıza çıkıyor. Egemenliğin kullanımı ile ilgili hüküm de böyle. Bilindiği üzere 1924 Anayasasında egemenlik tanımı yapılırken egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ve milletin egemenliği TBMM aracılığıyla kullanacağı ifadesi varken 1961 Anayasasını hazırlayanlar bu ifadeyi “Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” biçimine dönüştürmüşlerdir. Basit bir düzenleme olarak okuyup geçtiğimiz bu yenilik aslında bugün tartıştığımız bütün sorunların ana kaynağı. Bu sayede darbelere yargı eliyle meşruluk kazandırmaya başladık, bu sayede seçilmiş milli irade temsilcilerinin yanında atanmış yargı bürokratlarını kuvvetler ayrılığı denkleminde yasamaya eşit bir pozisyona taşımış olduk.
Anayasal vesayet
Dönemin güzide hukukçularından Nail Kubalı’nın Orgeneral Cemal Gürsel ve MBK üyeleri için “vatansever, idealist, liberal ve memlekete gerçek demokrasi ve hukuk nizamı kurabilecek azimde insanlar. Onlarla tanışmaktan iftihar duyduk” ifadelerini hiç unutmamak gerekir. Aynı şekilde de dönemin Yargıtay üyelerinde Amil Artus’un Cemal Paşa ile şu diyalogunu tekrar tekrar hatırlamak gerekir. Cemal Paşa’ya “Emredersiniz Paşam” cümleleri ile hitap eden Artus şöyle diyor: “Ertesi gün birkaç arkadaş Paşa’nın odasında toplandık. Durumu tekrar görüştük. Öğleye doğru benim Adalet Bakanlığı’na asaleten, Devlet Bakanlığı’na da vekaleten atandığıma ilişkin yazıyı tebliğ ettiler. Paşaya veda ederken bana aynen: “İlk aşamada senden üç şey istiyorum Birincisi Demokrat Parti’yi kapattıracaksın. İkincisi, adi suçlar için bir af kanunu çıkartacaksın. Üçüncüsü, Yassıada duruşmalarını bir an evvel başlatacaksın.” (22 Mayıs 1987 tarihli Milliyet Gazetesi) Yine aynı hukukçuların 28 Mayıs sabahı ihtilalin nasıl meşru olduğunu gösterecek bildiriyi hazırladıklarının altını çizmek gerek. Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın 27 Mayıs darbesini “meşru bir hakkın kullanılması” olarak tanımladığını, yine Prof. Nail Kubalı’nın darbecilere “anayasa da dahil olmak üzere” tüm mevzuatta istedikleri değişiklikleri yapabileceklerine ilişkin fetva verdiğini hiç unutmamak gerek. Yine ceza hukuku ordinaryüsü Sulhi Dönmezer’in darbecilerin eylemlerini meşrulaştırmak için “ceza kanunlarının sanık aleyhine nasıl geriye doğru yürütülebileceğine” ilişkin meşhur fetvasını hatırlamak yararlı olacaktır.
Rahatlıkla şunu söylemek mümkün, Türkiye’de darbe geleneğini kurgulayan 27 Mayıs iradesi en büyük destekçi ve ortak olma rolünü yargı bürokrasisine vermiştir. Allah var onlar da bu yetkiyi ziyadesiyle kullandılar. 7 Şubat ile başlayıp bugün hala gündemimizi meşgul eden sorunun çıkış noktası 27 Mayısçıların bu kurgusudur. Bu kurguda dikkat çekmek gereken diğer husus bugün içinde bulunduğumuz bir yanılsamanın temellerinin 27 Mayıs anayasası ile atılmış olmasıdır. Yargının yasama ve yürütmeye denk ve hatta onların üstünde üçüncü güç olarak tanımlanmasından bahsediyorum. Önce şunun altını çizmek gerek, hukuk devleti ya da yargının kendisine vehmettiği gücün kaynağı burjuvazinin iktidarla mücadelesini yürütürken referans aldığı supremacy of parliament kavramıdır. Yani daha açık söylemek gerekirse demokratik mücadelenin kaynağında yargının üçüncü güç olma tanımlaması parlamentonun egemenliğine vurgu yapmaya matuftur. Oysa 27 Mayıs Anayasasını hazırlayanlar bu realiteyi keyfi bir yorumlamayla yargı bir vesayet organı haline getirecek biçimde kurgulayıp yasama ve yürütmeyi sigaya çeken bir üçüncü güç haline dönüştürmüşlerdir.
Yargının sistem içinde üçüncü güç olarak konumlandırılması teoriyle de evrensel pratikle de çelişir. Türkiye’de bu kanının oluşmasının ana nedeni 27 Mayıs zihniyetidir. Daha doğrusu 27 Mayıs zihniyetinin bu kavramsallaştırmaya yönelik çarpıtmasıdır. Bu çarpıtma ile darbeye meşruluk kazandırmak için görevlendirilen hukukçuların pratize ettiği yeni bir dönem başlar. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkinin formülasyonu bu çarpıtmanın ana argümanıdır. 27 Mayısın hukuk bürokratı fetvacıları güçler ayrımını demokratik teoriden oldukça ayrıksı bir biçimde formüle ederek, egemenliği eşit oranda paylaşan birbirine eşdeğer kavramlar olarak tanımladılar. Sanırım cetveldeki eğri çizginin başlangıç noktası burası olsa gerek. Çünkü kuvvetler ayrılığı teorisini kurgulayan ana felsefe ile taban tabana zıt bir başlangıçtır bu. Ne Montesquieu ne Locke ne de başka birisi ve hatta ne de cumhuriyetin kurucu kadroları yargıyı bu anlamda eşit ve eşdeğer bir güç olarak tanımlamamıştır. Teorinin aslında birbirine denk iki güç vardır. Doğrudan millet tarafından belirlenen ve milli iradeyi temsil eden yasama ile yürütme. Yargı erki Montesquieu’nun tanımlamasıyla özgül ağırlığı olmayan bir kuvvettir. Bu iki temel erkten türetilmiş bir güçtür. Varlık nedeni ve meşruluk kriteri yasama ve yürütmedir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de algılandığı ve bilhassa son zamanlarda tuhaf ve yoğun bir biçimde pratize edildiği gibi yargının yasamanın ve yürütmenin yerine geçerek karar vermesi kabul edilebilir, katlanılabilir bir durum değildir. Burada ayrım yapılması gereken husus şudur, yargı hukuk devletinin gereği olarak bağımsız ve tarafsız bir biçimde çalışabilmek için ayrıksı bir yere oturtulur, ancak bu pozisyondan yargı erkine yürütmeye üstünlük taslama, yasamaya had bildirme hakkını veren eşit bir güç tanımlanması asla olamaz, olmamalıdır. Demokratik teorinin hiçbir yerinde bu tür bir tanımlama söz konusu değildir.
Yargıyı yasamaya eşit tutan, hatta daha da öteye giderek yasamanın üstünde gören anlayış, alenen ideolojiktir ve vesayet düzenine hizmet eder.
Bugünlerde torba kanun taslağı kapsamında TBMM Genel Kuruluna getirilen düzenlemeler nedeniyle bu konu yeniden gündemimizi işgal edecek gibi duruyor. Tam 27 Mayısçıların ruhlarının aramızda dolaştığını gösterecek yargı kararları ile karşı karşıyayız. Yargı eliyle darbe yapmak, yargı kararları ile kaos üretmek, yargı kararları ile yasamanın yerine geçmek, yargı kararları ile yürütmenin yerine geçmek, yargı eliyle vesayet uygulamak vb. Bunu söylemekten dilimizde tüy bitti ama, “Ettekrarü ahsen velev kane yüzseksen” özdeyişi örneğinde olduğu gibi sıkça tekrar etmekte fayda var. Bu ülkede vesayete asıl hizmet eden kurum yargıdır. Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere vesayete hizmet eden yargı kararlarının önü kesilmedikçe Türkiye demokratik bir hukuk devleti olamaz. Sonbahardaki HSYK seçimleri bu açıdan çok ciddi bir sınav olacak bizim için. Umarım Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olma mücadelesine katkı veren bir seçim süreci yaşarız ve darbe zihniyetinin ruhunu aramızdan kovarız. Buna gerçekten ihtiyacımız var ve bu bizim için gerçekten hayati bir konu.
HSYK’yı yenileme ihtiyacı
Türkiye’de özellikle 27 Mayıs anayasasını tabulaştıran, darbe anayasaları dendiğinde sadece 12 Eylül anayasasını hatırlayan ve bu gerçekleri bilerek gizleyen kesimlere hatırlatmakta fayda var. 1982 Anayasası genel çerçeve itibariyle 1961 Anayasasının ruhunu bünyesinde taşır. Eleştiri oklarımızın asıl hedefinde olması gereken 27 Mayıs darbecilerinin bize attığı en büyük kazık olan 1961 Anayasasının ruhundan kurtulmaktır.
Türkiye’deki yargı bürokratları için söylenecek en doğru şey, Rahmetli Barış Manço’nun dediği gibi, “Ayrılık geldi başa katlanmak gerek”. Evet ayrılık zamanı, yani gerçek kuvvetler ayrılığı zamanı geldi. Aslında bunun ilk adımı için HSYK’dan başlanabilir. Ankara Siyaset ve Ekonomi Araştırmaları Merkezi’nin (ASEM) hazırladığı raporda uluslararası belgelerle uyumlu bir yapının ortaya çıkması için acil yapılması gereken şey başlığı ile şu sekiz öneri sıralanıyor “1. TBMM’nin Kurula belli sayıda üye seçmesi, 2. Doğal üyelerin sayısının artırılması, 3. “bir kişi bir oy” sistemine geri dönülmesi, 4. Kurul üyeliği için Yargıtay ve Danıştay’a üye seçilme koşullarının getirilmesi, 5. Kurul üyelerinin görev sürelerinin uzatılarak yeniden seçilmelerinin yasaklanması, 6. Kurulun tüm kararlarının gerekçeli ve şeffaf olması, 7. Toplantı yeter sayısının düşürülmesi, 8. Kurulun tüm kararlarına karşı yargı yolunun açılması.” Yargı vesayetinin sonlandırılması için bunlar bir başlangıç adımı olabilir, olmalı. En azından yeni HSYK seçimleri bizi bu anlamda bir nebze rahatlatmalı. Türkiye artık bütün vesayetçi güçlerle savaşını bitirmek üzere. Vesayet sona erdikçe, ülke demokratikleştikçe “bütün zinde güçler” kendi sınırları içine çekilip, yetki ve sorumlulukları dışına çıkmamaya alışacak. Evet zor da olsa Türkiye’deki yargı bürokratları da kuvvetler ayrılığı kavramını bihakkın idrak edip, gereğini yerine getirmek zorundalar. Darbe anayasasının kendilerine sunduğu otoriter rejimlere has üstünlüğü bu kadar aymazca ve hoyratça kullanmaktan vazgeçmeliler, vazgeçmek zorundalar, çünkü hepimiz aynı gemideyiz.
Kaynak: Star Gazetesi